Pomem Mülakat Soruları ve Cevapları 12 ve 13 dönem 2011

1-) Atatürk'ün İnkılâpçılık ilkesini anlatınız

İNKILÂPÇILIK

İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip kendini yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılâplar

görülmüştür. Atatürk yönetimindeki Türk Milleti de tarihteki en önemli İnkılâplardan birini gerçekleştirmiştir.

Bir toplumda durup dururken inkılâp yapılmaz, inkılâpların tarihten gelen büyük sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar çağın Önemli

devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu devlet yüzlerce yıl dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı'da gelişen akıl ve bilim

çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı. Çok uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti

kurtarmak isteyenler, hep eski düzen ve belli kalıplar içinde değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu kaçınılmazdı.

Birinci Dünya Savaşı sonu yenilgi ve parçalanma, Atatürk'e, Türk milletini bir araya getirip mücadele etme ve yapıyı yenileme düşüncesini ve bunu

gerçekleştirme azmini vermiştir. Eski yapıyı yeniden kurmak mümkün olmadığı için ardarda büyük inkılâplar yapılmıştır.

Atatürk'e göre "inkılâp milletin esenliği için halk adına yapıldı". "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye Cumhuriyeti

halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir". Öyleyse inkılâp, modernleşme ve

çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten, gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılâpçı bir tutum ve davranışla yapılmıştır.

Atatürk'ün İnkılâpçılık ile İlgili Bazı Sözleri

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. (1925)

Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. (1925)

2-) Atatürk'ün Laiklik ilkesini anlatınız

LAİKLİK

Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılâbının en önemli öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılâbı, içinde taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri sağlamlaştırır.

Laikliğin kısa tanımı, daha önce belirlenmişti. Yeniden özetleyecek olursak, laiklik; devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.

Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yasayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler.

Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlâkı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlâklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir.

Atatürk'ün Laiklik ile İlgili Bazı Sözleri

Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. (1930)

Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. (1930)

Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. (1926)

3-) Atatürk'ün Halkçılık ilkesini anlatınız

HALKÇILIK

Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanlara halk denir. Bu akımdan halkçılık ilkesi hem

cumhuriyetçilik hem de milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur.

Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır.

Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır.

Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte bağlanmak demektir.

Atatürk'ün Halkçılık'la İlgili Bazı Sözleri

İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921)

Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir. (1921)

Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir. (1923)

4-) Atatürk'ün Milliyetçilik ilkesini anlatınız

MİLLİYETÇİLİK

Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya "milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet" olmaktır. Öyle ise millet nedir?

Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği yetişir. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi, bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.

Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet sayılamamışlardır.

Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür".

Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın".

Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.

Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en büyük, en görkemli

devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkân vermemiştir.

Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşında, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde göstermiştir.

Atatürk, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı Devleti tarihe karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansında Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir.

Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye çalışmıştır. "Ne Mutlu Türküm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.

Atatürk'ün Milliyetçilikle İlgili Bazı Sözleri

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir. (1930)

Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır. (1923)

Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur. (1923)

Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir. (1920)

5-) Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ilkesini anlatınız

CUMHURİYETÇİLİK

Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir.

Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir.

Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde İşleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve

Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924)

Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933)

Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. (1925)

Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)

6-) Atatürk'ün Devletçilik ilkesini anlatınız

DEVLETÇİLİK

XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkânlarına kavuşmak için üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç yöntemin uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim:

Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim İşlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır..

Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü benimsemişlerdir.

Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında, devlet ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler.

Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez. Milli özelliklerimize uyan, gerekli kalkınmayı sağlayacak bir model olan devletçiliğin hangi şartlar altında nasıl doğduğu belirtilmişti. Bunun için burada devletçiliği kısaca değerlendireceğiz.

Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine özendirir.

Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1029 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması İse 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir.

Atatürk'ün Devletçilik ile İlgili Bazı Sözleri

Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936)

Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. (1930)

Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir. (1937)

7-)Atatürk'ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" sözünden ne anlıyorsunuz?

Atatürkçülük ilkelerini; "Temel İlkeler" ve "Bütünleyici İlkeler" olmak üzere iki grupta değerlendirmekteyiz. "Temel İlkeler"; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik ve İnkılâpçılıktır. "Bütünleyici İlkeler" ise; millî egemenlik, millî bağımsızlık, millî birlik ve beraberlik, "yurtta sulh, cihanda sulh", çağdaşlaşma, bilimsellik ve akılcılık, insan ve insanlık sevgisidir.

Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz. (1931)

Türkiye Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakisinde en esaslı amil olsa gerekir. (1919)

Sulh milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur. (1938)

8-) Atatürk'ün inkılâplarının genel felsefesini açıklayınız

Atatürk'ün prensiplerini dikkatli incelediğimiz zaman şu da görülecektir: Ulusal varlığı tehlikeye düşmüş bir toplum, aldatıcı ve uyuşturucu politikalarla, izmlerle yahut dış güçlere dayanarak değil, ulusal benliğimizden çıkan ve ulusun kendi egemenliğine dayanan düşüncelerle kurtarılabilir.

Bilindiği üzere, 20. yüzyılın başında dünyada imparatorluklar çağı sona ermiş, ulusal devletler çağı başlamıştır. Ulusal devlet, meşruiyetini tek kişinin otoritesinden değil, ulusun kendisinden alan bir siyasî birliktir. Atatürk'ün kurmuş olduğu devletimizin temeli de ulustur. BüyükNutku'nda, kendisini ömrü boyunca "Millî hâkimiyetinen sadık bir kulu " (Nutuk) kabul eden büyük Önder'e göre "Hâkimiyet hiçbir mânâ,hiçbirşekilvehiçbir renkte ve rehberlikte paylaşma kabul etmez! Unvanı ne olursa olsun, hiç kimse, bu milletin mukadderatına ortak çıkamaz." Onun içindir ki, büyük felâketler ve fedakârlıklar pahasına kurtarılmış hürbir vatanda kurulacak devletin şekli Türk'ün karakterine uygun demokratik bir cumhuriyet olacaktır. Atatürk'ün "tabiî ve kaçınılmaz bir tarihî akış" dediği vakıa, sonunda saltanat ve hilâfetin de kaldırılarak, tam bağımsız "Türkiye Cumhuriyeti"nin kurulmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti demek, Türk devletinin ve ulusunun, mukadderatında yalnız kendi iradesinin hâkim olması demektir. Atatürk, bizden bu fikrinin devamını ve dolayısıyla cumhuriyetin korunmasını isteyen pek çok mesajlar vermiştir. Yine Atatürk'e göre, cumhuriyetin temel kurumu, ulusal iradenin tecelli ettiği yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Atatürk'ün yakınında bulunan Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyetimizin banisini tanıtırken şu veciz sözü söyler: "Meclissiz yaşamayı aklı almayan bir yirminci asır lideri!"

Atatürk'e göre, millî mücadele Meclis ile kazanılmış, Cumhuriyet'i Meclis kurmuş, inkılâpları da Meclis yapmıştır. Onun bizden istediği, kendisinden sonramiras bıraktığı siyasî rejimi korumak ve geliştirmektir. Ulusumuzun bekası ve saadeti için bu şarttır. Büyük "Nutuk"ta şöyle diyor;

"Milletimizin kuvvetli, mes'ut ve istikrarlı yaşayabilmesi için devletin tamamen millî bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilâtımıza tamamen uyması ve dayanması lâzımdır." O, ulusal siyasetten şunu anlar;

"Millî sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak, varlığımızı korumakla, millet ve memleketin hakikî saadeti ve refahına çalışmak, aşırı ihtiraslar peşinde milleti oyalamamak ve ona zarar vermemek. Medenî dünyadan, medenî ve İnsanî muamele ve karşılıklı dostluk beklemektir."

Atatürk'ün aksiyoner doktrininde en son safha, "Atatürk İnkılâpları" dediğimiz reformlar bütünüdür ki, devletimiz, kuruluşunun, varlığının ve devamının fikir ve hareket kaynağını bu reformlardan almaktadır. Bunlar; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inklâpçılık başlığı altında toplanan fikrî bir zemine dayanmaktadır.

Reformlar, lâiklikten; gerçekte bir düşünce ve zihniyet sembolü olan şapka inkılâbına kadar diğer bütün yenilikler, Türkiye'nin iki yüzyıllık uygarlık mücadelesini sonuçlandıran ve kesin hedefine yönelten çağdaş bir uygarlık sistemi teşkil eder.

Atatürk'ün işaret ettiği bu uygarlık anlayışı, Türk ulusuna, ulusal benliğini, ulusal birliğini, ulusal karakterini kazandırma, kendisine güven duymayı öğretme, çağın teknik imkânlarından yeterince yararlanma esaslarına dayanmaktadır. Yenilik hareketlerinin özü, kurulan devleti ayakta tutacak ulusal yapıyı oluşturmaktan ibaretti. Gerçekten büyük Atatürk, bu yapıyı oluşturmuştur. Fakat o, bununla kalmıyor, gelecek nesillere başka hedefler gösteriyordu. Asıl hedefe yürüyüş, ulusal yapı inşa edildikten sonra başlayacaktı. İşte bunu büyük önder, cumhuriyetimizin on yıllık bir muhasebesi olan "Onuncu Yıl Nutku"nda veciz bir şekilde dile getirmiştir;

"Türklüğün büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır."

Burada kısaca özetlediğimiz fikir ve prensiplerine göre Atatürk'ün, psiko-anatomisini şöyle özetleyebiliriz: O önce bir komutan, siyasî bir deha ve nihayet ileriyi gören bir fikir adamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kesin bir irade, şaşmaz bir sezgi, yanılmayan bir muhakeme kudreti, sarsılmayan bir otorite ve disiplin, Atatürk'ün karakteristik vasfıdır. Bu vasıflar göz önüne alınınca derhal hükmedilir ki, Atatürk sosyolog M.Weber'in "karizmatik lider" dediği tipin en mükemmel örneğidir. Bu karizmatik lider, ömrü boyunca kendisini ulusunun içinde ve ulusuyla beraber hissetmiştir. O, savaşlardan inkılâplarına kadar ne yaptıysa, Türk ulusunu kendi içinde ve dünya karşısında haysiyetli, hür, müstakil, büyük ve modern bir ulus olarak yaşatmak için yapmıştır. Türk olmanın şuuru ve gururu, onun için her zaman tükenmez bir ilham kaynağı olmuştur.

Şimdi bugün bize düşen, Atatürk'ün fikirlerini, şahsiyetini, doktrin ve aksiyonunu yeniden düşünmek, gafletten, tembellikten uyanıp, yeniden onun gösterdiği yolda ve hedefte kuvvetlenip, devlet ve ulusumuzun bekası, çağdaş bir seviyeye yükselmesi için azimli ve kararlı olarak çalışmaktır.

Atatürk'ün inkılâpçılığı, akıl ve mantığın toplumsal gelişmeye egemen kılınması esasına dayanır. Onun şu sözü akıl ve mantığa verdiği değeri en güzel şekilde ifade eder: "Bizim akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmek en büyük özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran olaylar bu gerçeğin delilidir".

Atatürkün inkilapları

Saltanatın Kaldırılması

Cumhuriyetin İlanı

Halifeliğin Kaldırılması

Şeriye ve Evkaf Vekâleti'nin Kaldırılması

Medeni Kanun'un Kabulü

Tarikatların Kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması

Lâikliğin Kabulü

Kadın Haklarının Tanınması

Şapka ve Kıyafet İnkılâbı

Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik

Soyadı Yasası'nın Kabulü

Eğitim ve Öğretim İnkılâbı

Harf ya da Yazı İnkılâbı

Tarih Anlayışında Gerçeğe Dönüş

Dil İnkılâbı

9-)Atatürk'ün "Muasır Medeniyet" sözünden ne anlıyorsunuz?

10-) Temel hak ve özgürlükler denince ne anlıyorsunuz?

Temel Hak ve Özgürlükler

Yirminci Yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan döneme insan hak ve özgürlükleri çağı ismi verilmektedir. Gerçekten insan hak ve özgürlüklerinin en ileri boyutta düzenlenip güvenceye kavuşturulması bu döneme rastlamaktadır.

İnsan kişiliğinin ve onurunun ayrılmaz bir parçası olan, insanların daha doğuştan sahip oldukları, okunulamaz, bölünemez, devredilemez ve vazgeçilemez temel hak ve özgürlükleri önceleri kimi düşünür, hukuk ve devlet adamlarının kafalarında bir fikir, bir kavram olarak belirlenmeye başlamış, daha sonra 1215 tarihli Büyük Özgürlük Fermanı (Manga Charta Libertatum); 1628, 1689 Haklar Bildirgeleri; 1776 tarihli Virjinya İnsan Hakları Bildirgesi; 1789 Fransa İnsan Hakları Yurttaş bildirgesi gibi bildirge ve beyannamelerde yer almıştır. Ancak insan hak ve özgürlüklerinin kurumsal alandan çıkarılıp yaşama geçirilmesi başka bir anlatımla sağlam güvencelere kavuşturulması için İkinci Dünya Savaşından önceki totaliter devletlerin insanlık adına yüz kızartıcı olarak kabul edilen cürümlerini görmek ve yaşamak gerekmiştir.

İkinci Dünya Savaşından önceki dönemde, insan hak ve özgürlüklerinin sadece ulusal anayasa ve yasalarda düzenlenip güvence altına alınmasının yetersiz kıldığının görülmesi üzerine insan haklarının uluslar arası boyuta taşınıp uluslararası güvenceye kavuşturulması zorunluluğu doğmuştur.

1945 yılında Birleşmiş Milletler Örgütünün kurulması, akabinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin ilanı, insan hak ve özgürlüklerinin uluslararası boyutta korunması yolunda atılan en büyük adım olmuştur. Ne var ki, bu büyük gelişme taraf devletlerin hukuken bağlayıcı sözleşme yapmaları, insan hak ve özgürlüklerinin uluslararası düzeyde korunmasını sağlayacak bir örgüt kurumları aşamasına gelindiğinde beklenen başarı gösterilmemiştir. Bu nedenle ortak değerlere sahip ülkeler arasında daha dar kapsamlı bölgesel örgütlerin kurulması yönüne gidilmiş, böylece bölgesel kuruluşların oluşması dönemi başlamıştır. Bu bağlamda Avrupa Konseyi’nin kurulması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin imzalanması, insan hak ve özgürlüklerinin korunması için Avrupa İnsan Hakları Divanı ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun oluşturulması ile birey artık uluslar arası hukukun bir öznesi olmuş, insan hak ve özgürlükleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargı sisteminin güvencesine bağlanmıştır.

Kişisel ve siyasal hakların bir bölümünü içeren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ilaveten sosyo –ekonomik hakları güvenceye alan hakları güvenceye alan 18.10.1961 tariihli Avrupa Sosyal Anlaşma Şartı ve daha sonra da Protokol ve Ek Protokol kabul edilmiş, zamanla bu haklar daha da geliştirilerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Protokoller bu gelişmelere paralel olarak değiştirilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Birleşmiş Milletler Sözleşmesini ilk imzalayan devletler arasında yer almış, 1949 yılında Avrupa Konseyi’ne üye olmuş 04.11.1950 Avrupa İnsah Hakları Sözleşmesini imzalamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti söz konusu sözleşmeleri imzalamakla insan hakları ve temel özgürlüklerine saygı duyulması temel ilkesini benimsemiş, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası insan haklarına saygılı olmayı Cumhuriyetin temel ilkeleri arasında saymıştır.Daha sonra da Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna bireysel başvuru hakkıyla Avrupa İnsan Hakları Divanının ve Divanın yerine kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını kabul etmiştir.

Zamanımızda insan hak ve özgürlüklerine aykırı davranışlar, kötü muamele ve işkence artık uluslar arası bir avuç olarak kabul edilmekte, bireyin ve toplumun kültür ve medeniyet seviyesi insan hak ve özgürlüklerine karşı gösterdiği özen ve saygı ile ölçülmektedir.

Çağdaş hukuk sistemlerinde insan hak ve özgürlüklerinin en geniş boyutta kabul edilip korunmaya alınması asıl, kısıtlamanın istisna olduğu ilkesi ortaklaşa kabul edilmekte, yasalarda sayılan çok kısıtlı hallerin dışında kural olarak kişinin temel hak ve özgürlüklerinin sınırını ancak başka bir kişinin hak ve özgürlüğü teşkil etmektedir.

21-)İlk yardım nedir ve iyi bir ilk yardım nasıl olmalıdır? Açıklayınız.



Herhangi bir hastalık veya kaza sonucu sağlığı tehlikeye girmiş olan kişi veya kişilere durumlarının daha kötüye gitmesini önlemek amacıyla ,çevre imkanlarından yararlanılarak ve ilaçsız olarak yapılan geçici müdahaleye İLKYARDIM denir.



İlkyardımı yapacak olan kişi mutlaka teorik ve uygulamalı ilkyardım eğitimi almış olmalıdır.



ilkyardımın amaçları



Hayati tehlikeyi ortadan kaldırmak



Hastanın veya kazazedenin durumunun kötüleşmesini önlemek



İyileşmeyi kolaylaştırmak



ilkyardımcının temel özellikleri



Mutlaka kaza yeri çevre güvenlik önlemlerini almalı



Sakin olmalı (Telaş hem hastaya hem de ilkyardımcıya yarar yerine zarar verebilir)



Kendine güveni olmalı (kendine güven büyük ölçüde bilgi ile ilgilidir)



İlkyardım eğitimi almış olmalı



Ne yapacağına çabuk karar vermeli ve kararını uygulamalı



Çevre imkanlarından faydalanabilmeli (pratik buluşları olmalı)



Çevredeki kişilerden yararlanmayı bilmeli



Ülkedeki sağlık örgütlenmesi hakkında bilgi sahibi olmalı



İnsan vücudu ile ilgili temel bir bilgiye sahip olmalı



ilkyardımda temel uygulamalar



Hasta veya yaralıları,mümkün olduğunca yatırarak müdahale etmeli



Hasta veya yaralılar fazla hareket ettirilmemeli



Hasta veya yaralılar A-B-C yönünden değerlendirilmeli



(Airway = soluk yolu)



(Breathing = solunum)



(Circulation = dolaşım)



Kanama ve kırık açısından incelenmeli



Sıcak tutulmalı ( hasta özellikle ısıtılmamalı,sıcak tutulmasından kasıt vücudun sıcaklığını kaybetmemesi için hastanın üstünün battaniye , çarşaf , palto vb. şeylerle örtülmesidir.)



Bilinç kapalı ise su vb. hiçbir şey verilmemeli



Çevredeki telaşlı kişiler uzaklaştırılmalı



Tıbbi yardım istenmeli (112 Acil ambulans)



Yaralının yarasını görmesine izin verilmemeli



Tıbbi yardıma ulaşılamadığı taktirde hasta veya yaralı uygun taşıma teknikleri ile sağlık kurumuna taşınmalı



İlkyardımcı yapabileceği uygulamaların sınırlarını bilmelidir. Ortamda herhangi bir sağlık personelinin varlığı durumunda , o ana kadar kendi yaptığı müdahaleler hakkında bilgi verdikten sonra sorumluluğu sağlık personeline devretmeli ve onun vereceği görevleri yapmaya devam etmelidir.



tıbbi yardım isteme



Tıbbi yardım için 112'yi arayın. Yardım istenirken verilecek bilgiler kısa, öz ve anlaşılır olmalıdır;



22-) Herhangi bir doğal afette arama kurtarma çalışmalarının önemi nedir?



23-) Toplumda polisliğin rolü nedir?



24-) Empati nedir? Empatik iletişimden ne anlıyorsunuz?



EMPATİ



Empati bir isanın kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini



doğru olarak anlamasıdır Basit gibi gözüken bu tanımın gerisinde pek çok kurumsal öğe bulunmaktadır ve belkide bu yüzden ulailması oldukça zaman almıştır. Günümüzde “empati” denildiğinde akla Carl Rogers ve onun konuya ilişkin çalışmaları gelir. Pisokoterapi alanında empatik iletişim kurma becerisiyle ünlenmiş ROGERS`ın adı ile empati kavramı adeta özdeş hale gelmiştir.Bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ve bu durumu ona iletmesi sürecine “empati” adı verilir.yukarıdaki empati tanımı üç temel öğeden oluşmaktadır.Bir insanın karşısındaki bir kişi ile empati kurabilmesi için gerekli olan bu belgeleri şöyle sıralayabiliriz:



25-)Teknolojiden maksimum yararlanma konusunda düşünceleriniz nelerdir?



26-) Polis-Medya ilişkileri denince aklınıza neler geliyor?



POLİS MEDYA İLİŞKİLERİ



Yrd. Doç. Dr. Hüseyin ERKUL*



1. GİRİŞ



Günümüz bir iletişim çağına tanıklık etmektedir. Bu çağda uzaklar yakın olmuş, bilgi ve teknoloji tüm dünyayı kuşatmıştır. Bu gelişmeler insanların yaşam kalitesini de yükseltmiş, insan gereksinimlerinin artmasına ve çeşitlenmesine neden olmuştur.



Hem kamu kurumları hem de özel kesim bu gereksinimleri karşılayabilmek için çeşitli kamu hizmetlerini yerine getirmek için, çoğu zaman aynı kulvarda koşmuşlardır. İşte buna örnek olarak, kamuya güvenlik hizmeti sunan polis ile halkın bilgilenme (haber alma) özgürlüğünü sağlayan medya elemanları verilebilir.



2. POLİSİN TANIMI, YETİŞTİRİLMESİ, GÖREVLERİ VE ÇALIŞMA KOŞULLARI



Bu bölümde polisin tanımı, yetiştirilmesi, görevleri ve çalışma koşulları verilmiştir.



2.1. Polisin Tanımı



Polis (Police, Polizei); kent düzenini ve kentin huzur ve güvenliğini sağlayan bir örgüt ve bu örgütteki kamu görevlilerini ifade eder (Özcan, 1993, 627).



Polis; kamusal ve bireysel güvenliği, kamu düzenini ve konut (mesken) masuniyetini (can ve mal güvenliği ile konut dokunulmazlığı) korur. Halkın ırz (namus, iffet) korurken bir yandan da halkın dinlenmesini (huzurunu) sağlar. Yardım isteyenlerle, yardıma muhtaç olan çocuk, sakat ve çaresizlere yardım eder. Yasa, tüzük ve yönetmeliklerin kendisine verdiği görevleri yapar (PVSK, 2001, 1).



4652 sayılı Polis Yüksek Öğretim Kanunu ile Polis Akademisi Başkanlığı, Üniversite konumuna getirilmiş, bünyesinde iki yıllık Polis Meslek Yüksek Okulları, Güvenlik Bilimleri Fakültesi ve Lisansüstü eğitim veren Güvenlik Bilimleri Enstitüsü kurulmuştur.



Polis Meslek Yüksek Okullarına ÖSYM sınavında başarılı olanlar arasından; yapılan özel yetenek sınavıyla başarılı olanlar seçilmektedir.



2.3. Polisin Görev ve Yetkileri



Polisin görev ve yetkileri 2559 sayılı Polis ve Selahiyet Kanunu'nda sayılmıştır.



2.3.1. Polisin Görevleri



Polisin güvenlikle ilgili görevleri şunlardır:



• Polisin Yardım Görevleri



• Huzur ve Düzen Sağlama Görevleri



• Önleme ve Koruma Görevleri



• Suç Araştırması Görevleri



• Polisin Diğer Görevleri



2.3. 2. Polisin Yetkileri



Polisin yetkileri şunlardır:



• Parmak İzi ve Fotoğraf Alma



• Film ve Senaryoları Denetleme



• Kapatma



• Arama, El Koyma ve Yakalama



• Silah Kullanma



• Gözaltına Alma



3.1. Medyanın Tanımı



Medya tanım olarak yığınlarla iletişimi sağlayan radyo, televizyon, gazete ve dergiler gibi basın yayın organlarının tümünü kapsayan ortak addır (Püsküllüoğlu, 1994, 723).



Medya tanım olarak kısaca; televizyon, radyo ve gazetelerden oluşan kitle iletişim araçlarıdır (Oxford Advanced Learned Dictionary, 1994, 773)



Medya; ingilizcede mass media olarak tanımlanan kitle iletişiminde halka bilgi dağıtmak için çeşitli araçlardır (Redhouse Dictionary, 1992, 358).



3.2. Medyanın Önemi



6. SONUÇ



Halkın güvenliğini sağlayan polis örgütü ile halkın ülkedeki olaylardan haber almasını sağlayan medya kuruluşları sonuç olarak birlikte kamu hizmeti sunmaktadırlar.Bu nedenle polis örgütü ile medya arasında işbirliği ve yardımlaşma bir zorunluluktur.Medya polis örgütünü ve gerekliliğini halka tanıtmalı,olayları nesnel olarak ele almalı ve polisteki olumlu gelişmeleri de halka anlatmalıdır.



Polis örgütü medya elemanlarına yardımcı olmalı, olaylarla ilgili olarak bilgilendirmeli ve medya elemanlarını polis karşıtı olarak algılamamalıdır.



Polis medya iletişimi önerdiğim biçimde kurulduğu zaman yurttaşlara güvenlik ve bilgilendirme işleri daha etkili, nitelikli ve verimli olarak sunulacaktır.



Bunun gerçekleşmesi de polisin meslek öncesi eğitiminin fakülte düzeyine yükseltilmesi, görevdeki polislere hizmetiçi eğitiminin de öğretim üyelerince verilmesi gerekmektedir.



Bu eğitimlerinin önerdiğim biçimde gerçekleşmesi sonucunda polis:



• Güvenlik hizmetini daha iyi (nitelikli) sunacak.



• İnsan haklarına daha saygılı olacak.



• Yurttaşlarla daha iyi iletişim kurabilecek.



• Cumhuriyetin niteliklerine ve demokrasiye inanan birer "kamu güvencesi" olacak.



• Halkın polise korkuyla bakması, polisin halka kuşkuyla bakması anlayışı değişecek.



• "Eğitim ve Çevre" bilinçli polisler nicelik olarak artarak kentsel yaşam kalitesini yükseltecek.



• Polis medya iletişimi en iyi biçimde gerçekleşecektir.



27-) Polis- Halk ilişkileri denince aklınıza neler geliyor?



Polis, suç ve kanunlara riayetin sağlanması, çok içli-dışlı kavramlar olarak görülür. Diğer taraftan halk, polisin görevini tamamlamasında suçla mücadele stratejilerinin merkezinde görülür. Bu sebeple, polis-halk ilişkilerinin bozulması veya geliştirilmesi konusu, suçla mücadelede temel bir konudur ve polis ve halk arasındaki ilişkilerle ilgili bu konu, suçla savaşta, geçtiğimiz on yıllarda, hatırı sayılır bir dikkati cezbetmiştir.



Bu çalışmanın temel amacı, polisin ve halkın birbirlerine yaklaşımlarını tartışmak ve bu yaklaşımlar ile başarılı polis halk ilişkileri arasında bir ilişkinin veya etkinin olup olmadığını tespit etmektir. Bu konuda temel faktörler nelerdir ve bunlar polis halk ilişkilerini nasıl etkilemektedir? Polisin ve halkın algılamalarını şekillendiren sebepler nelerdir? Ayrıca, insanların bizzat ihkak-ı hakka başvurmaları (hukuku kendi ellerine alıp uygulamaları) da ‘neden bazı insanlar polise başvurmayı tercih ederken diğer bazıları kendi başlarının çaresine bakarlar’ bağlamında kısaca incelenecektir. Son olarak, bu çalışma, Türkiye’de bu sahada eksikliği hissedilen çalışmalara ve alanlara bir örnek olması ve karşılaştırma imkanı açısından, İngiliz kaynaklı, bilgi ve araştırmalardan yola çıkılarak yapılmıştır.



Anahtar Kelimeler :Polis, Halk, Tutum, Polis Halk İlişkileri, İhkak-ı Hak.



28-) Toplam kalite konusundaki düşünceleriniz nelerdir?



Müşteri isteklerinin sürekli gerçekleştirilmesini hedefleyen, "Müşteriyi memnun et ki, kurum yaşasın" temeli üzerine kurulu olan Toplam Kalite Yönetimi; müşteri odaklılık, liderlik, çalışanların katılımı, proses yaklaşımı, yönetimde sistem yaklaşımı, sürekli iyileştirme, verilere dayalı karar verme yaklaşımı ve tedarikçilerle karşılıklı faydaya dayanan ilişkiler olmak üzere 8 temel prensibin bütünleşmesiyle oluşmuştur.



Diğer prensipleri bir kenara bırakarak ''liderliğin'' Toplam Kalite’deki yeri ve etkisi üzerinde duracağız.



Genel anlamda liderlik; danışmanlık, güven, sevgi, tutarlılık, devamlılık, sabır, etkileyebilme, sürükleyebilme, karar verme, risk, karizma, kültür, mantık, vizyon ve yüksek özgüven isteyen bir durumdur. Toplam Kalite Yönetimi’nin uygulanmasında bu yetkinlikleri en üst seviyede taşıyan etkin bir liderin olması son derece önemlidir.



Kalite Yönetimi’nde liderlik görev ve sorumluluklarını şu şekilde özetleyebiliriz:



• Takım çalışmasına inanmalı ve bu yöndeki çalışmalar desteklenmelidir.



• Çalışanlar arasında saygı ve güven ortamı tesis edilmelidir.



• Önemli kararlar alınmadan önce çalışanlara danışılmalıdır.



Lider, ''sinerjik yönetim anlayışını'' organizasyonda etkin kılmalıdır. Sinerjizm, dar anlamda tüm çalışanların yönetime katılımı, geniş anlamda ise organizasyonda insan, sistem, donanım vb. gibi unsurların bir arada bulunması anlamına gelmektedir. Yapılan işte, alınan kararlarda kendisinden de bir şeylerin olduğunu gören çalışanlar hem moral olarak hem de enerji olarak kendisini daha iyi hissedecek ve bu durum da organizasyonu diri tutmaya yardımcı olacak, hantallıktan kurtaracaktır.



• Organizasyonda müşteri üzerinde odaklanmış ve ona kaliteli hizmet sunmayı amaçlayan bir misyon üstlenilmelidir.



• Problem çözme konusunda kararlı olunmalıdır.



1. TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ



Toplam kalite yönetimi bir işletmede verimliliğin maksimum düzeye çıkarmak, sıfır hataya yaklaşmak ve % 100 müşteri tatminini sağlamak için benimsenmesi gereken ve şirket içi tam katılım sağlandığı bir yönetim anlayışıdır. Toplam Kalite Yönetimini başarmanın en önemli adımı Toplam Kalite Yönetiminin bir araçlar topluluğu değil, bir yönetim anlayışı olduğunu kavramaktır. Çoğu şirketin bu konuda başarısız olması bu iki yaklaşım arasında bocalaması sebebiyledir. Toplam Kalite Anlayışının en temel özelliği insana bakış açısıdır. Yüzyılların Kapitalist ve Marksist anlayışları değişmeye başlamış Materyalist temelli beyinler "insana değer veren" yaklaşıma muhtaç olur hale gelmişlerdir. Bu yaklaşım bizim kültürümüzde asırlardır zaten mevcut idi. İnsan, insan ve insan...Onlar olmadan hiçbir yönetim anlayışı ve ideoloji varlığının uzun süre sürdüremez.(Kalder Önce Kalite Dergisi,Temmuz 2000,ss.2-9)



Geleceğin başarılı şirketleri kuruluşların insana (tüketici,müşteri,çalışan,hissedar, tedarikçi,toplum) hizmet için var olduğunu unutmayarak insan beklentilerini dengeleyerek karşılayan kuruluşlar olacaklardır. 2. SÜREKLİ İYİLEŞTİRME



Japon veya Uzakdoğu felsefesine göre hiçbir şey mükemmel değildir,her şeyi daha ileriye götürmek mümkündür. Bu anlayış her şeyi daha ileriye götürecek bir taraf aranmasını gerektirir. Bu da iki önemli ilkeyi gerekli kılar:İsrafı azaltmak ve sorunları gizlemek yerine ortaya çıkarmak.(Yamak,1998,s.148.) İsraf veya muda; Japon tarzı üretim anlayışında hiç arzu edilmeyen bir şeydir.Bir işi yaparken gereksiz yere kullanılan herhangi bir kaynak (makine,malzeme,insan gücü,enerji,vb.)israftır. İsraf çok geniş kapsamlı bir kavramdır.Kapsamına,örneğin düzenli yerleştirilmemiş alet takımları arasından istenileni aramak ve bulmak için geçen zaman da girer.Atıl duran veya boş bekleyen makine veya işçi israftır.İsrafı azaltan her önlem projesi iyileştirmede ileriye doğru atılmış bir adım sayılır. Sorunların üzerine gitmek; sorunların gizlenmesi yerine ortaya çıkartılması Japon tarzı üretim ve yönetim anlayışında önemli bir hedeftir.Her ortaya çıkan sorun,iyileştirme yapılacak bir alanı veya konuyu gösterir.Bu bakımdan,toplam kalite yönetimine geçmiş bir işyerinde,her zaman için bir sorun avı vardır. Sorunları çözmek için geliştirilen teknikler KAIZEN felsefesinde önemli bir yer tutar.



3. KAIZEN



Kaizen;sürece yönelik,küçük adımlı,insana dayanan,bilgiyi paylaşan sürekli iyiyi arama çabasıdır.Kaizen'in baş sloganı şudur:"En iyi iyinin düşmanıdır." Sorunları saklamamak,örtmemek Kaizen uygulamalarının ön koşuludur.Sorun çözme aşamasında,farklı uzmanlık alanlarından oluşturulan Kaizen ekipleri görevlendirilir. Sorunlara kısa sürede çözüm bulmaktan çok,sorunu kökünden halledecek çözümü bulmak yeğlenir.Amaç;geçici,palyatif önlemlerle o günü kurtarmak değil,kalıcı çözümlerle yarını kurtarmaktır.Aksi halde,sorun kısa bir süre sonra tekrar kendini gösterir.(Oyak-Renault,Seminer Notları,s.12) Batı toplumları dikkatlerini hep buluşlara,büyük atılımlara ve sonuçlara yöneltmiş iken,Japonya ilgisini daha çok küçük adımlar yoluyla ilerlemeye ve süreçlere yönelterek daha olumlu sonuçlar almıştır.(İmai,1997,s.3) Her ne kadar,hemen hiçbir önemli teknoloji (bilgisayar,elektronik,atom ,genetik, vb.)



SONUÇ



Rekabetin arttığı, tüketicilerin kaliteli ve ucuz olan malı talep eder hale geldiği günümüzde , Toplam Kalite Yönetimi , şirketler için can simidi haline gelmiştir. Öyle ki bunu uygulayan işletmeler, diğerlerine karşı avantaj sağlamakta ve bu acımasız rekabette onları geride bırakmaktadırlar. Endüstrileşmenin başladığı devirlerde miktar olarak fazla miktarda üretmek yeterli idi. Yani üretebildiğiniz kadar fazla üretmek başarı için yeterli olabiliyordu. Monopol bir piyasada rakip olmadığı veya çok az olduğu için fiyatlar ve imal edilecek miktar firma tarafından tespit edilebiliyordu. Fakat zamanla rakiplerin çoğalması ve özellikle 2.Dünya Savaşından sonra dünya çapında üretim fazlalığının oluşması sıkı bir rekabetin de habercisi olmuştur. Tüketicilerin kaliteli mala olan taleplerinin artması ve rakiplerin de çoğalması işletmeleri yeni yöntemler bulmaya zorlamıştır. İmalat esnasında ve sonrasında oluşan hatalar, maliyetleri oldukça arttırmaktadır. Mamullerin imal edildikten sonra muayenesinin yerini proseste muayene fikri almıştır. Böylece hatalarda hemen tespit edilip düzeltilebilmektedir. Bunun için de uygun yerlere istatistiksel sinyaller konulmuştur. Fakat aksaklıkları bulmakla iş bitmiş değildir. Çünkü onun yerine getirilecek olanı eskisinden daha iyi sonuç vermelidir. İşte burada Toplam Kalitenin temelini oluşturan, proseste çalışanların fikirlerini alma ihtiyacı doğmuştur. Taylor' un işçiyi sadece üst yönetimin verdiği emirleri uygulayan kişi olarak gören anlayışı TKY 'de tamamen değişmiştir. Burada işçiye verilen emirleri yapan bir makine değil de insan gözüyle bakılması TKY' nin en büyük avantajıdır. Ünlü Japon sanayici Konosuke Matsushita 'nın 1988' de ABD' li yöneticilere yönelik söylediği şu sözü oldukça anlamlıdır: "Biz kazandık, siz kaybettiniz; biz kazanacağız ve sizde kaybedeceksiniz. Hiçbir şey yapamazsınız. Çünkü başarısızlığınız bir iç hastalıktır. Firmalarınız Taylor'un ilkelerine dayandırılmıştır. Daha beteri kafalarınızda Taylorlaştırılmıştır. Katı bir biçimde inanmaktasınız ki iyi yönetim, yöneticilerin bir tarafta, çalışanların diğer bir tarafta; bir başka anlatımla iyi yönetim; bir tarafta düşünen adamlar, diğer tarafta da yalnızca iş görebilen adamlar anlamına gelmektedir. Sizler için yöneticilik, yönetimin fikirlerini yumuşak bir biçimde çalışanların ellerine ulaştırmak sanatıdır." İşçinin yönetime yardımcı olması sağlanmalıdır. Bunun için de onun görüşlerini anlatmasına imkan tanınmalıdır. Böylece aksaklıkları gören kişi derhal durumu üstlerine bildirecektir. Ayrıca onun işyerine kendisini yabancı hissetmesini önlemeli, firmayı sahiplenmesine olanak verilmelidir. Çalıştığı işletmede kendisinin de hakkı olduğuna inanan insan aksaklıkları gördüğü zaman hemen düzeltecek ve işini daha iyi yapacaktır. İşte Toplam Kalite de amaç budur.

Yorumlar